Çok eskiden rastlaşacaktık
1900’lerin başında, Osmanlı’nın son çırpınışlarının hissedildiği bir İstanbul gecesinde doğmuşlardı Saye ile Hakkı. Saye’nin ailesi, Galata’nın dar sokaklarında uzun zamandır yeldeğirmenleri işleten, ince ruhlu ve şiir düşkünü bir ailedendi. Hakkı’nınkiler ise Beyoğlu’nda uzun süredir varlıklı bir ticaret hanesi sahibiydiler; miras bıraktıkları hanlarla, saray mensuplarına tütün, baharat ve kumaş tedarik ederlerdi. Aralarındaki tek benzerlik; her iki soyun da eskimeye yüz tutmuş birer geleneğe, köklü bir kederle bağlı olmasıydı.
Bir önceki yüzyıldan kalma efsaneye göre, bu iki soydan gelenlerin ruhları birbirine mahkumdu: Ne zaman bir Saye doğsa bir Hakkı da dünyaya gelirdi ve kalpleri birbirini özsün diye beklerdi. Fakat kader, asla iki ruhu zaman içinde bir araya getirmemek için ince ince örülmüş ağlar bırakmaktaydı. İşte bu yüzden, Saye ile Hakkı, zamanında asla rastlaşamamış, ancak karşılaşmalarının hayali ikisinin de yüreğinde yankılanmıştı.
Saye, beş yaşına geldiğinde gökyüzüne bakıp “O yıldız, başka bir dünyada beni bekleyen birini işaret ediyor” derdi. Her gece Nişantaşı’ndaki penceresinden Boğaz’ın ışıklarıyla dalga geçerek, belki de gelecekte bir Hakkı’nın varlığını sezmişçesine hayaller kurardı. Annesi, onu defalarca “Sabırlı ol evladım, gerçek zamanında gelmek ister” diyerek avutmaya çalışsa da Saye, gönlünde hep bir burukluk taşırdı; “Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık” diyen bir yabancının sözlerini anımsar gibi bakardı hiçbir sebep yokken gökyüzüne.
Genç kız olduğunda, sesi rüzgârın taşıdığı mısralar gibi naif, kalbi ise boğazın ay ışığı kadar masumdu. Kimse bilmezdi ki Saye; her gece düşlerine giren, onu beklediğini fısıldayan bir rüyayla uyanırdı. O rüyalara göre, Hakkı adında bir genç onu bir asır önce bırakıp gitmiş, “Zaman öyle bir duvar ki, ancak aşkın meşalesi göğe yükseldiğinde aydınlanırız” demişti. Saye, bu muhakkak hatıratı andıran rüyayı yıllar boyu sakladıkça, içindeki hasret büyüdü; ta ki elli yaşına gelip hâlâ beklediğini itiraf edene dek.
Hakkı ise Halep’te doğmuş, İkinci Meşrutiyet’in kaosuyla yollara düşmüştü. Menşe-i memleketi Harput’ta bıraktığı akranları, bir yanda iç savaşın gölgesiyle, bir yanda batı hayalleriyle yoğruluyordu. Henüz yirmi beşindeyken İstanbul’a gelmiş; Galata Köprüsü’nde eski bir atasözü gibi insanların yüzüne bakıp kendi yüzünü aramıştı. Fakat büyükbabasının vasiyetini yerine getirebilmek için ticarete atılmak zorunda kalmış, Beyoğlu’ndaki evinde defterlerle, muhasebelerle boğuşmuştu. Ömrünü zenginlik yerine biricik aşkın peşinde geçirebilecekken; servet ve şöhret uğruna Gelibolu’dan gelen dedikodulara, hiçbir anlam verememişti.
Beyoğlu’nun lüks kafe ve sinemaları arasında, bir kere bile Saye’yi görmedi ama gözünün önünden gitmiyordu. Rüyasında hep onun tenini, çeyrek kiloluk fumeli dudaklarını, fırtınalı deniz gibi dalgalanan siyah saçlarını seyrederdi; fakat gözlerini açtığında sadece hesaptan hesaba koşturan bir adam bulurdu kendini. “Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık” diyen bir kadının sözünü bir kere mırıldamış, tıpkı Saye gibi. O sözün nereden geldiğini hiç kimse bilmezken, Hakkı’nın gönlünde Saye’den başka bir suret yoktu.
Yıllar geçti, Saye 1930’larda babasının yeldeğirmenini devralıp, İstanbul’un en ünlü hat sanatçılarından biri haline geldi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminde duygularını kaleme alan hat levhaları yazıyor, her harfin inceliğiyle karşı atmosfere bir “suskun feryat” ekliyordu. Hakkı ise aynı yıllarda, Beyoğlu’nda açtığı tütün deposuyla saygın bir tüccar oldu; “Askeri Kokulu İbrahim Bey’in tütünleri” olarak satılan ürünleri herkesin dilindeydi. Arada sırada, tesadüfen Sirkeciler’de hat müzayedelerine gidip kaligrafiye bakar, içindeki Saye sesini biraz olsun bastırmaya çalışırdı.
Her ikisi de birbirinden habersiz, yalnız kalpleriyle birbirini tanıyordu. Bir gün, Saye bir davet için Beyoğlu’na gitti. Tanınmış ressamların sergisini gezip, eski hanların hatırasını andı. Serginin çıkışında, Hakkı’nın tütün deposu karşısından geçerken bir an durakladı; sanki içinde bulunduğu Dünya’yı terk edip, Ellâd-ı Hayalden bir vapur sesi duydu. Hakkı da depo kapısını kilitlerken gökyüzüne baktı: O akşam, Boğaz kıyısında hafif bir sis vardı ve yıldızlar oldukça soluktu. Fakat Hakkı, o solgun yıldızlar arasında birinin Saye’nin göz bebekleri kadar derin olduğunu hissetti. İkisi de aynı anda aralarındaki binlerce yıllık efsaneyi anımsar gibi oldu; “Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık” dedi içlerinden biri, ama ne Saye ne de Hakkı farkına vardı.
Saye’nin Beyoğlu’ndaki sergi çıkışı, hayatının en kısa anıydı: Bir an sokağın köşesinde Hakkı’nın gölgesi belirdi. Onu fark etti mi etmedi mi, hiçbir kronik kayıtta tespit yok. Hakkı’nın aradığı o siyah çerçeveli gözlüklü kadındı: Saye. Saye de arkasındaki dikdik yürüyen, burun deliklerine kadar dekoratif bıyıklarıyla adeta Beyoğlu’nun ruhunu taşıyan bir adama bakmıştı. Bakışları saniyelik bir sürtüşmeyle çakıştı ama birinin cesareti yoktu gözlerini sabitlemeye; aralarında yüzyıllarca sürecek bir sessizlik belirmiş gibiydi. O anda, ikisi de “zamanın ötesinden gelen bu ruh eşini tanıdım sanma” diyordu ama ağzından çıkacak cılız bir kelime yeterdi her şeyi değiştirmeye… Ancak ne Saye selam verebildi, ne Hakkı arkasından seslenebildi. Sadece, gecenin bir köşesindeki sis kadar hafif bir tebessümle, varlıklarının farkına vardıklarını düşündüler.
İkisi de evlerine dönerken içeride yankılanan tek ses, “Keşke bu kısacık an daha uzun olsaydı” oldu. Saye, evindeki atölyesine kapanıp tek bir levha hazırladı; üstünde ince uçlu kalemle titizlikle yazılmış şu satırlar:
“Kalemim kırıldı, kelimelerim suskun;
Zaman, imkânsızlığın en çetin duvarı.
Seni bekledim gecelere düşen umutla,
Gelmedin; bir masalın yitik satırı kaldık biz.”
Hakkı ise gece yarısı yatağında uyanıp, defterine şu notu düştü:
“Beyoğlu’nda sisli bir sokak: bir kadın ve bir adam…
Ne seslerini duydum, ne nefeslerini soludum.
Gönlümü alıp da çalan âşık hırsızı, kimdi o?
Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık.”
Sonra dudakları titreyerek mürekkebini bitirene dek, her harfi kırık bir kalp gibi kağıda bastı.
Yıllar ilerledikçe Saye’nin sağlığı bozuldu.ses tellerindeki rahatsızlıktan ötürü artık bırakın sohbet etmeyi, selam vermeye bile mecali kalmamıştı. Gözleri eskisi kadar görmese de kalemi hâlâ titizdi; her zamankinden daha şairane yazardı. Hakkı ise 1970’lerde, Beyoğlu’nun bütün varoşlarında yaşanan değişime rağmen hâlâ tütün deposunu kapatmamış, çocukluğunun ticaret heyecanını asla bırakmamıştı. Ancak geceleri, kapısına kilit vurduktan sonra beyaz gömleğiyle penceresine çıkıp Boğaz’a bakar, “Saye, beni bekliyor musun hâlâ?” diye sorar gibiydi.
İkisi de elli yaşına geldiklerinde, imkânsız aşkın gölgesi iyice derinleşti. Karşılaşmaları bir aşk hikâyesi olabilirken, ne Saye ne de Hakkı karşı koyacak gücü bulabildi. Ailelerin eski hesaplaşmaları, değişen toplum düzeni, zamanın acımasız akışı; hepsi ikisinden de biraz daha çalındı. Birbirlerine kavuşmak için ne İstanbul küçüktü ne de zaman yeterliydi.
1980’lerin ilk ışıkları İstanbul’da bir kışı daha getirdiğinde, Saye son nefesini verdi. Eski yel değirmenlerin tozuna karışan bir hat levhası gibi, “Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık” diye fısıldayarak gözlerini yumdu. Geriye, yalnızca birkaç eski fotoğraf, bir sandık dolusu hat levhası ve bir ömür boyu kalbine bastığı rüyaları kaldı. “Belki de başka bir İstanbul’da, başka bir zamanda buluşuruz” diye yazmıştı son günlerinde, ama o zamanda bile takvimin sayfalarını aşamayıp hayalindeki Hakkı’ya ulaşamadı.
Hakkı, Saye’nin ölüm haberini Beyoğlu’daki tütün deposunun arka kapısından aldı. Sigaranın tütünü o anda boğazında düğümlendi; düşmüş bir yıldızın külleri gibi içi boşaldı. Bir defter alıp son kez kalemi eline aldı ve şunları yazdı:
“Saye, seni bekleyemedim; ömrüm hiç yetmedi.
Gözlerim İstanbul’un tüm ışığını gördü, ama senin ışığını göremedi.
Eğer cennet varsa, orada sana kırık bir kalp yerine tamamlanmış bir ruh getirdim;
Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık.”
Ertesi sabaha kadar Beyoğlu’nun rüzgârıyla savrulan bu not, tütün kurusuna kurban giden bir kahramanın ağıdıydı.
İmkânsız bir aşkın hikâyesi, İstanbul sokaklarında dilden dile dolaşmaya devam etti. Hakkı, son nefesine kadar Saye’nin hat levhalarını odasının camlarındaki perdelerin arkasına asarak yaşadı. Her gelen misafir, duvardaki neredeyse solmuş “Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık” yazısını okur, ardından Hakkı’nın gözlerinde beliren sönük bir ışığı fark ederdi. 1995’te Hakkı vefat ettiğinde, onunla birlikte biten bir şeyler vardı: İkisi de, kavuşamayan iki mevsim gibiydi; her mevsimin bir diğerine kavuşma umudu vardı ama asla kesişemezdi.
İstanbul, rüzgârın ve zamanın o eski tadını unutmuştu; ama Galata’nın dar sokaklarından birinde, küçük bir hat galerisi açıldı. Saye’nin torunu, dedesinin anlattığı o efsaneyi yaşatmak istercesine, duvarı ağaç çerçeveli hat levhalarla süsledi. En göze çarpan levhada şu yazıyordu:
“Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık.”
Her ziyaretçi, bu cümleyi okuyunca bir an durur, Hakkı’nın ve Saye’nin imkânsız aşkının serabına bakar gibi olurdu. İşte o an, iki ruhun binlerce yıllık bekleyişinin yankısı hâlâ İstanbul’da titrerdi.
İmsak | 06:06 | ||
Güneş | 07:37 | ||
Öğle | 12:28 | ||
İkindi | 14:48 | ||
Akşam | 17:09 | ||
Yatsı | 18:35 |