banner333

banner309

03.11.2012, 11:06

BİR HAYAT ve 4 KASIM

 Bir sabah alaca karanlığını hatırlıyorum şimdi. Tüm kasvetiyle gecenin zehrini yüklenmiş gökyüzüne sahip. Dalıyorum, hayatım bir film şeridi gibi geçiyor. Vücudumun her hücresinin her zerresine kadar hissettiğim sızılar gözpınarlarımda çoğalması, kaçınılmazdı. Uzun, çok uzun seneler aktı üstümden. "Her hayat bir gözyaşıdır" mı?” (Diye okumuştum bir yerde.) Sanırım doğru bir söz. Hüznün bulaştığı akşamlarda bir gaz lambasının aydınlattığı odada yarın çalışmaya gideceğim inşaattaki yapılacak çalışmaların hesaplarını yapıyor görünümünde; geleceğimin tek kurtuluşu olarak gördüğüm (Bu ortamda ne kadar başarılı olabileceksem.) derslerime çalışabilmek için uğraşırdım. Bilirdim ki rahmetli babam,
– Sabah inşaata git sonra okula gidersin. Diyecekti.
Bu gün sabahtan akşama dek inşaatta çalıştığımdan, ruhumdan çok yorgun düşmüş vücudumu dinlendirebilmek için çalışırdım.
Rahmetli babam bir sigara yaktı. Kız kardeşim de yarınki derslerine çalışıyordu yarı uykulu halde. Dönüp bana baktı rahmetli annem:
—      Bitmedi mi daha şu hesap işleri oğlum, diye sordu.
Dağılmış saçları gibi dağınık bir şekilde oturmaktaydı rahmetli babam. Gözlerini kıstı birden. Bir şey söyleyecek gibi kıpırdadı dudakları. Vazgeçti... Yutkundu. Gaz lambasının cılız aydınlığın da içini çekerek, doğruldu rahmetli babam. Gülümsemeye çalışarak:
—      Büyük iş adamı olacak ya… Dedi…
Aslında aklımdan geçen gerçek ise, okumak ve kamuda görev alabilmekti. Bu iki kuram arasına yerleştirmeye çalıştığım hayatıma, birde yeni yeni tanımaya başladığım ülkücü idealini de yerleştirebilmekti. Sonradan gördüm ki küçük hedeflerdi bunlar. Ancak bir insan hayal ve hedeflerini nasıl koyarsa hayata öyle başlıyormuş. Belki geç değildi hedef ve ideallerini daha yukarılara çekmek. Ancak içinde bulunduğum hayat buna çok uygun düşmüyordu işte. Her şeye rağmen, rahmetli babamın içinde bulunduğu bu sıkıntılı serbest çalışma hayatındansa kamuda çalışabilmeyi seçmiştim ve zamana yenilmemekte kararlıydım kendimce.
—      Bu ne kadar hesap oğlum bırak ta yat artık.
—      İnşaatı sen mi kurtaracaksın? Dedi rahmetli annem.
“Ben ise hedefime ulaşabilmek için, inşaat hesapları yerine araya sıkıştırdığım derslerime çalışma gayreti içinde söylenenleri duymuyordum bile.”
                — Elbette, ne sandın. Diye cevapladı rahmetli babam. Soğuk ve keskindi sesi. Kesif sigara kokuluydu nefesi.
                Geçmişi yazdıkça, çağrışımlar birbirini kovaladıkça o seneler hafızamda yenileniyor sanki. Dışarının ayaza çekmiş bulanık görüntüsü insana iç karartıcı bir ruh hali veriyordu. Rüzgâr sertleşmişti. Tan ağarıyordu. Gökyüzünün rengi açılmaya, sararmaya başlamıştı. Yaşım onyedi. Geriye doğru hafifçe yaslandım. Bir hüzün çökmüştü üstüme. Gözyaşlarım damla damla dökülüyordu. Engel olamamıştım. Aslında olmayı da düşünmedim. Puslanan cama elimi koydum. Camın soğukluğu içimi ürpertti. Üzerim açılıp vücudum açıkta kalınca üşümüşüm. Üşüdüğümü fark edip irkilince uyandım. Yalnızdım yatağımda. Yalnızlığın ve geçmişin girdabına düşmüştüm.  Yorganı üstüme çekerek iyice sarıldım. Uzun bir süre dalgın ve hareketsiz kaldım. Şimdi farklı bir hüzün kaplamıştı içimi. Yüreğimin kesitlerinde geçen hatırlayışlar, özlemler...
Uzak, çok uzak senelere gidiyorum, uzak, daha uzak seneler… Hayat ipine düğümler atıyorum hiç durmadan. Tek kişilik bir hayat filminde kendimi yaşıyordum. 
Diyecektim ki,
Yüreğimle beynim arasında koşturan o çocuksu varlık hiç yorulmasın ne olur. (Diye geçirdim içimden biran.) Bilir misin evet bilir misin? İnsanın içini yakan kezzap gibi bir duyguydu bu. Buna bir hayat bir ideal denebilir miydi, sahiden? Nem ıslağıydı çarşaflar. Isıtmıyordu bedenimi. Ama kalkamıyordum yerimden. Sanki bir kurşun ağırlığı çökmüştü üstüme. Zaten kalkmazdım. Vücudumun kurşun ağırlığına, duygularımda adeta destek veriyordu. Kıyamazdım, hiç kıyamazdım yaşadığım bu güzel duygularıma. Üşüse de bu naçiz vücudum. Belki de bir daha yaşayamayacaktım bu duyguları. İçimde garip bir değişiklik olmuş, adeta bir tür duygusal erginliğe varmıştım. Ruhuma tesir eden o rüzgâr her ne idiyse, bana cesaret veriyordu. Güçlü olmak istiyordum. Çünkü bu yaştan sonra bana sevgiyi, sevdayı ve ülkümü tanıtan gençliğimi geri istiyordu bu yaşlı gönül.
Ve yine dalmışım farkında olmadan. Gözleri, gözlerimde. Ve gözleriyle sordu, gözlerimle karşılık verdim. "Burası" dedi. O'nu sevmiştim. Bugün değil, geçmiş zamanda sevmiştim. Sesi genizden geliyordu. Suskun bakıyor, incecik bir gülümseme yayılıyordu çehresine. Üzerinde ay yıldızlı, üç hilalli ve bozkurtlu giysisi ile öylesine karşımda. Issızlık ikimizin arasında çökmeye başlayan ikindi alacasını alazlayıverdi birden. Ve yine o bildik içe çekiliş aniden.
— Gözlerinde; karanlık boşlukları, henüz soğumamış şekersiz kesif bir Türk kahvesinin sıcaklığı, küskünlüğü, bozgunu, başkaldırıyı, utangaçlığı yakalardım ve sahilde kumsala çizilmiş bir ömrü aynı zamanda... Dedi.
— Nasıl yani? Diye üsteledim.
— Dalıyorsun bazen. Sanki birine sığınmak, korunmak istiyorsun. Gözlerinin rengi birden bire koyulaşıyor, kahverengi, zifir karanlığa dönüşüyor. Belki birkaç saniye, en çok bir dakika. Gidiyorsun. Çekiliyorsun adeta. Bir perdeyle kapanıyor gözlerin. İrisin katran damlalarıyla örtülüveriyor. Sessiz, tekdüze bir yağmur gibi boşanıyor gözyaşların yanaklarına. Kasvet. Simsiyah kanatlarını gererek, maskeli yüzü, sivri tırnaklarıyla gelip konuyor bakışlarına… Niyet çeken tavşanın ürkekliğine karışıyorlar sanki. Sessizliğin uğultusu duyuluyor sadece. Bir yürek çarpıntısı... Bir ACI… Zıpkın gibi delip geçen, sıyıran. Hayatın ta kendisiyle ödeşiyorsun...  Sustu. Yanıtlamadım. Uzun, çok uzun seneler hiç görmediğim, onyedi yaşındaki "ben"di bunları karşıma geçip söyleyen.
—  Sen ve ben. Ayrı zamanlarda yaşarken, biz olduk. Biz.
—  Devam et, dedim.
— Hiçbir şeyi rastlantıya bırakmayan, titiz, en ufak detayla dahi uğraşan, tutumlu, ne bileyim bir gün olsun değişmeyen... Sadece koşan, koşturulan bir atlet. Ekolü olan bir adam. Sevgi eken... Üstelik biçemeyeceğini önceden bildiği sevgileri de cömertçe eken bir yaratık. Bir dev… Aynı zamanda bir cüce... İçini dışına çevirmekte bilmem kaç sene geç kalmış olsan da, bunları yazabilmen sevindirici...
Ama burada sen varsın sen;
Diye haykırıyordu gençliğim yüzüme.
“Hep yazmak vardı aklımda. Nasıl, nereden başlayacağım konusunda kararsızdım. Cesaretim yoktu. Yazsam ne yazardım ki zaten? Ancak derin hüzünleri anlatabilirdim.”
Ve diyordu ki, gençliğim ey sen!..
Hayallerinden biri olan kamuda çalışmayı unutmuş ve onun yerine hatta tüm hayatına ülkü sevdasını koydun. Bu sevda seni liseli yıllarında sürgünlerde yakaladı. Çileli yıllarının adeta habercisi gibiydi. Seni o yıllarında, sınıf başkanlığına, okul başkanlığına ve Ülkü Yolu Derneği Yönetimine (Okullar Başkanlığına.). Ve sonrada kara mı kara 12 Eylül’le birlikte yine kara mı kara bir iftira ile işkencelerle dolu Mamak’ta çileli ikamete. Neden di bu iftira? Tek neden. Ülkücü olmaktı. Ve bu iftira ile başlayan bir yıl bir ay geçen süre ama öyle bir süre ki, on yıllara bedel. Ve bu yaşamdan çok kısa bir an’ın kesiti; “sabah saat 5.30 kalk, yatak düzelt ve sakın oturma. Kapı açılıyor kulakları çınlatan tiz bir ses, dikkattt… Herkes duvara dönük. Gelen bir onbaşı ve birkaç er. Ellerinde coplar. İçimizden birine.
–         Hey sen salladın. Dikkatte nasıl durulacağını bilmiyormusun lannn…
–         Aç elini lannn! Buna kaç çekelim? Onbaşı;
—      Ben vuracağım sen sayacaksın. Tamam mı?.. On, yirmi otuz … … doksan. Onbaşı;
—      Lan bu saymasını da bilmiyor. Daha sıfır değil mi? Askerler;
—      Evet komutanım. Onbaşı;
—      İyi o zaman do… … tın şunu memleketine doğru.
                Hemen iki asker kollarından tutar bir askerde kafaya bastırarak aşağıya doğru eğerek boynuma biner. Arkaya geçen diğer iki asker de onbaşı gibi copları hazırlar olanca kuvvet ve hızları ile vurmaya başlarlar. Böylece birinci dayak ve işkence seansı başlamış olur. Sorası malum. Yenilmeyecek derecede yemeklerle birlikte devam eden dayak ve işkenceler.” (anlatmayı içim almıyor)”
                Daha sonra, üniversite, özel sektörde çalışma ve kamuya geçiş. Kamuda çalışma hayalimin düşünmediğim bir anda gerçekleşmesi. Ama içimdeki kor sevda halindeki dava ateşi 2004 yılında alazlanarak, Belediye Başkan adaylığına kadar giden bir yaşam çizgisine taşımıştı beni.
                Yazdıkça hayatımla yüzleştiğimi ayrımsıyorum. Bazen yanıltan hatıralar çıkıyor karşıma. Bocalıyorum.
Niyetim sadece yazmaktı…
Bu kozmik buluşmanın altında yatan psiko–dinamikleri düşünüyorum. Hayatın yaşanmış taraflarının bilinçaltına yerleştirdiği ülkücü idealin öncü sarsıntıları mı, senelerce bekletilmiş, hep ertelenmiş, hatta yoksanmış bir hayalin canlanışı mı, bu yaşta kendini yeniden gerçekleştirme, doğrulama arzusu mu? Kim bilir? Belki hepsi yâda hiçbiri.
Ve Charlie Chaplin'i duyar gibi oluyorum:
"Yaşamın uzaktan görünüşü bir komedya, yakından görünüşüyse gerçek bir trajedidir." İkinci defa bir sesle irkiliyorum;
                Kurulmuş bir saatten kulaklarımı çınlatan zırrr zırrr diye bir sesle!.. Bütün hayallerimi, duygularımı çalıyor benden. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi. Ülküdaşım dediklerim gibi. Ve bu gerçek yaşam kesitleri bir düş gibi bitiyor mu ne?
                Bu ülkü denen güzel ve nazlı sevda yüce dava….
                Sen sevdan ve davan adına ömrünü vereceksin. Ama bir … … bilmem ne ve başkaları gelecek senin tüm emeklerini çalacak. Buna, senin dava arkadaşı bildiğin ülküdaşlarında çanak tutacaklar.
Bu dava, bu sevda bitme noktasına mı geldi ki ?
Bu ülkede, tüyü bitmemiş yetim haklarını yiyenlere, başkalarının kazanımlarını, alın terini çalanlara ve hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan başkaların haklarını kendi haklarıymış gibi sahiplenenlere veya sahiplenmeye çalışanlara ve dahi çocuk katillerine bilmem ne adına çanak tutanlar var. Ve daha vahimi bu çanakçıların içinde “bende ülkücüyüm” diyenler de yer alıyorsa.         Türk Milleti huzur bulamaz.
O zaman ey dava arkadaşlarım, gönüldaşlarım, ülküdaşlarım!.. Bırakın birbirinize kara çalmayı. Onun yerine açın o engin gönüllerinizi. Açın ki silkinişe geçen hareket kendine yol versin. Biliyorum ki fora edilmiş yürekleriniz en azgın denizleri bile aşacaktır. Yeter ki, kucaklayın birbirinizi ve silkinin artık, öyle bir silkinin ki dökülsün üzerinizdeki ölü toprağı ve öyle bir harekete geçsin ki,
Ülkü denen nazlı sevda, yüce dava… Götürsün boğulmadan 4 Kasım deresinde bizleri TURANLARA...
                Ülkücü olabilmenin farkı bu olsa gerek…
            Benim, ÜLKÜ denen nazlı sevdamı yüce davamı bırakın, bırakın da vehmimde kalsın.
                Yoksa bir daha gelmeyecek 4 Kasımlar…
Yorumlar (3)
Orhan 12 yıl önce
Yazınız çok uzun olmuş ama akıcı. bazı insanların yaşamları çileli olabiliyor. kader diyelim. gerçekten güzel bir yazı sonunda biraz siyasette olsa. gerçi siyasete karışmayan varmı ki. vehminizde bıraktılarmı?
Bahattin UÇAK 12 yıl önce
Abi , bu yazıyı okuyunca reis Abdullah Çatlı yı hatırladım. Allahımda tek isteğim bu günleri bizlere bir daha yaşatmasın. Duygularını çok iyi olmasa da (bunları yaşamadık çünkü) anlayabiliyorum. Şu an içimi bir hüzün kapladı ((: .
İsa YILMAZ 12 yıl önce
Çok kıymetli can dostlarım. Yazımın uzun olmasından dolayı affınıza sığınırım. Biir şeyi anlatmaya çabalıyorumdum. Aslında yazı daha da uzundu ama ancak bu kadar kısaltabildim.
Bu arada güzel eleştirileriniz içinde en yürekten teşekkürler.
Saygılarımla...
2
az bulutlu
Namaz Vakti 10 Mayıs 2024
İmsak 03:21
Güneş 05:04
Öğle 12:24
İkindi 16:17
Akşam 19:34
Yatsı 21:09