Yarım Kalan Şarkı
Yağmur İzmir’in yollarını yıkıyordu. Farların ışığı su damlalarının arasında kayboluyor, cam silecekleri hızla çalışsa da görüşü zorlaştırıyordu. Direksiyon başında Deniz Aras vardı. Yanında ise heyecandan yerinde duramayan kardeşi Efe.
“Abi, bak göreceksin! Seninle beraber sahneye çıktığımda herkes bizi konuşacak. Sen şarkı söyleyeceksin, ben davul çalacağım. Belki turnelere çıkarız.”
Deniz kardeşinin hayallerini dinlerken içten bir gülümseme belirdi yüzünde. “Efe, sen benden daha çok inanıyorsun bize.”
“Çünkü senin sesin var, ben de senin yanındayım. Bitti gitti!” diye cevap verdi Efe, kahkahalarla.
Ama kahkaha, fren sesine karıştı. Kaygan yol, hız, bir anlık kontrol kaybı… Direksiyon döndü, araba kaydı. Deniz’in gözleri büyüdü, kalbi göğsünde patlayacak gibi çarptı. “Efe tutun!” diye bağırdı.
Sonrası… Metalin çığlığı, camın kırılması, gökyüzünü delen çarpma sesi.
O gün yağmur hiç dinmedi. Tabutun üzerindeki toprak, çamurla karışıyordu. İnsanların fısıltıları arasında en çok duyulan cümle şuydu:
“Yazık, genç yaşta gitti.”
“Abisinin hatasıymış.”
Deniz başını kaldıramıyordu. Gözleri boşluğa bakıyordu. Annesi Handan Hanım, tek kelime etmeden oğlunun yanından geçti. Omuzları titriyordu ama Deniz’e bir bakış bile atmadı. Babası Faruk Bey sessizce oğlunun omzuna dokundu, ama o dokunuş Deniz’in içinde daha derin bir suçluluk uyandırdı.
“Benim yüzümden…” diye mırıldandı Deniz. Ama yağmur kimseye duyurmadı.
Aradan haftalar geçti. Deniz odasına kapandı. Efe’nin odası hâlâ dağınıktı, kitapları, defteri, yarım kalan notaları… Her şey öylece duruyordu. Deniz kapıyı açmaya bile cesaret edemiyordu.
Geceleri rüyasında hep aynı sahneyi görüyordu. Direksiyon ellerinde kayıyor, Efe ona gülerek “Merak etme abi, buradayım” diyordu. Sonra kayboluyordu. Deniz ter içinde uyanıyor, nefes nefese kalıyordu.
Artık gitarına bakmaya bile dayanamıyordu. Eskiden sabahlara kadar şarkı yazan, konserlerde sahneyi dolduran genç adam yoktu. Yerinde sadece sessiz, hayata küs bir adam kalmıştı.
Kazanın üzerinden aylar geçmişti. İzmir hâlâ kalabalık, hâlâ ışıl ışıldı. Sahillerde çocuklar koşuyor, gençler gitar çalıyordu. Ama bütün bu yaşamın gürültüsü, Deniz’in kulaklarına hiç ulaşmıyordu.
O, kendi karanlığında kaybolmuştu
Deniz’in oturduğu apartman, şehrin göbeğinde olmasına rağmen hep sessizdi. Kapıyı açıp eve girdiğinde karşısına çıkan tek şey, ağır bir yalnızlıktı. Perdeler hep kapalıydı. Odalarda ne kahkaha, ne sohbet… Yalnızca sessizlik.
En ağır gelen ise kardeşinin odasıydı. Kapıyı açmaya cesaret edemiyordu. Bazen gece yarıları koridordan geçerken, sanki içeriden Efe’nin sesi geliyormuş gibi hissediyordu. “Abi, hadi şarkı söyle.” diye fısıldar gibi… O an Deniz’in boğazı düğümleniyor, hızla koridordan uzaklaşıyordu.
Annesi Handan Hanım, o günden sonra Deniz’le neredeyse hiç konuşmamıştı. Ne bağırmış ne de ağlamıştı. Ama sessizliği, Deniz’e binlerce sözden daha ağır geliyordu.
Ne zaman yan yana gelseler, Handan Hanım gözlerini kaçırıyordu. Yalnızca yemek masasında kısa bir cümle kurardı:
“Ye, soğuyacak.”
Deniz o sessizlikte boğuluyordu. Çünkü annesinin kalbindeki kırgınlığı, suçlamayı çok iyi hissediyordu.
Babası Faruk Bey ise oğlunu korumaya çalışıyordu. Bir akşam salonda otururken Deniz’in yanına geldi.
“Deniz, oğlum… Hayat devam ediyor. Efe’yi geri getiremeyiz. Sen kendini böyle yok edersen, bu acıyı daha da büyütürsün.”
Deniz gözlerini yere indirdi. “Baba, nasıl yaşayabilirim? Direksiyonda bendim. Onun kahkahası hâlâ kulaklarımda. Benim yüzümden… Benim yüzümden öldü.”
Faruk Bey, oğlunun omzuna dokundu. “O senin kardeşindi. Biliyorsun ki seni çok severdi. Senin kendini yok etmeni istemezdi.”
Ama Deniz başını kaldırmadı. O anda içinde tek bir cümle yankılandı: “Ben artık eksik biriyim.”
Deniz sokağa çıktığında insanların bakışlarını hissediyordu. Komşular sessizce konuşur, ama cümleleri Deniz’in kulaklarına ulaşırdı:
“Yazık, genç yaşta gitti.”
“Abisinin yüzünden…”
Bu fısıltılar, Deniz’i daha da içine kapattı. Çoğu zaman markete bile gitmiyor, siparişlerini internetten veriyordu. İnsanların gözlerine bakacak gücü yoktu.
Bir gün kapısı çalındı. Gelen, menajeri Murat’tı. Elinde yeni bir konser teklifinin belgeleri vardı.
“Deniz, böyle olmaz. Sen sahnelere dönmelisin. İnsanlar seni unutmadı. Yeni bir şarkıyla geri dönersen, her şey yeniden başlar.”
Deniz sert bir sesle cevap verdi:
“Başlamaz Murat. Hiçbir şey başlamaz. Benim sesim sustu. Bitti.”
Murat ısrar etti:
“Efe senin yanında olsaydı, seni hep şarkı söylerken görmek isterdi. Onu böyle hatırla.”
Deniz’in gözleri doldu. Bağırmadan edemedi:
“Yeter! Onu ben kaybettim. Şarkı söylersem, sanki onu unutmuş gibi olacağım. Git buradan!”
Murat istemeden de olsa gitti. Kapı kapanınca ev yine sessizliğe gömüldü.
O gece Deniz yatağında dönüp durdu. Uyumak istiyor ama gözlerini kapattığında kaza gecesi gözünün önüne geliyordu. Direksiyon, fren, çığlık… Sonra sessizlik.
Yatağından kalktı, gitarı eline aldı. Tellerine hafifçe dokundu. Birkaç nota çıktı. Ama o anda Efe’nin sesi kulağında yankılandı:
“Abi, biraz daha hızlı çalsana!”
Gözyaşları tellerin üzerine düştü. Deniz gitarı hızla yerine koydu. Duvara yaslandı, dizlerini karnına çekti.
“Ben şarkı söyleyemem artık… Ben hiç olamayacağım.” diye mırıldandı.
Ama kader onun için başka planlar hazırlıyordu. İzmir’in bu yalnız adamı, çok yakında İstanbul’da küçük bir kafede, hayatına bambaşka bir ışığın girdiğini görecekti.
İstanbul sabahları her zaman gürültülüydü. Martıların çığlıkları, vapur düdükleri, sokak satıcılarının sesleri birbirine karışıyordu. Ama küçük bir sokakta, rengârenk çiçeklerle süslenmiş bir kafenin içinde bambaşka bir huzur vardı.
O kafenin sahibi, henüz yirmi dört yaşındaki Selin Kaya’ydı.
Selin, Gümüşhane’nin küçük ama samimi bir mahallesinde büyümüştü. Babası yıllarca öğretmenlik yapmış, annesi ise ev işleriyle ilgilenmişti. Selin’in en büyük hayali ise kendi ayakları üzerinde durmaktı.
Çocukken annesiyle birlikte mutfağa girer, kekler yapar, babasıyla birlikte mahalle esnafına dağıtırdı. O günlerden beri “insanlara küçük mutluluklar sunmak” onun ruhuna işlemişti.
Üniversite için İstanbul’a geldiğinde herkes şaşırmıştı. Çünkü ailesi kızlarının bu büyük şehirde yapamayacağını düşünüyordu. Ama Selin, Gümüşhane’den çıkıp geldiği gibi dimdik ayakta durdu. Hem okudu hem de kafelerde çalışarak hayatını sürdürdü.
Ve yıllar sonra, bütün birikimini toplayarak hayalini gerçekleştirdi: Kendi butik kafesini açtı.
Kafenin adı “Nar Çiçeği” idi. Çünkü annesi her zaman nar çiçeğini çok severdi; dayanıklılığın, güzelliğin simgesi olarak görürdü. Selin de annesine olan sevgisini bu isimle yaşatmak istemişti.
Kafe küçük ama çok özeldi. Duvarlarda el emeği tablolar vardı. Raflarda kitaplar diziliydi; isteyen müşteriler kahvelerini yudumlarken kitap okuyabiliyordu. Selin , köşeye küçük bir piyano bile koymuştu. Bazen kendisi çalar, bazen de gelen müşterilerden yeteneği olanlar çalardı
Müşteriler buraya sadece kahve içmeye değil, huzur bulmaya gelirdi.
Selin, güler yüzlü ve çalışkandı. Ama en çok da içindeki inatçı ruhuyla tanınırdı. Zorluklara kolay kolay teslim olmazdı. Çevresi, onun bu azmine hayran kalırdı.
Her sabah erkenden kalkar, pazara gider, en taze ürünleri seçerdi. Çalışanlarına da bir abla gibiydi. Yanında garson olarak çalışan Zeynep, “Selin Abla, sen olmasan ben bu şehirde kaybolurdum.” derdi hep.
Selin için kafe sadece bir iş yeri değil, hayatının merkeziydi. Onun ruhunu, emeğini yansıtan bir ev gibiydi.
Ama Selin’in de kalbinde gizlediği yaralar vardı. Gümüşhane’de bıraktığı bir gençlik aşkı… Ailesinin onaylamadığı, yarım kalmış bir hikâye. O günden sonra kalbine kimseyi kolay kolay almamıştı.
Kendi kendine hep şunu söylerdi:
“Benim tek aşkım bu kafe olacak.”
Ama hayat, insanın planlarına sadık kalmazdı.
İşler yavaş yavaş yoluna giriyordu. Kafeye müdavimler gelmeye başlamıştı:
Mehmet Bey, emekli öğretmen, her sabah gazetesini alır ve çayını burada içmeden gününe başlamazdı.
Derya, üniversite öğrencisi, ders çalışmak için köşedeki masayı seçerdi.
Seda ve Hakan, yeni evli bir çift, hafta sonları kahvaltı için buraya gelirlerdi.
Elif, hepsiyle ilgilenir, halini hatırını sorar, samimi sohbetler ederdi.
Bir gün kafenin önünde büyük bir sorun çıktı. Sokağın köşesindeki inşaat firması, yeni bir bina yapmaya başlamıştı. Gürültü ve toz yüzünden müşteriler rahatsız olmaya başladı.
Selin'in morali bozuldu. “Onca emek verdim, şimdi her şey mahvolacak mı?” diye düşündü. Ama hemen toparlandı.
Müşterilerine güler yüzle, “Biliyorum biraz gürültü var ama size özel tatlılar hazırladım, ikramım olsun.” dedi.
O samimiyet sayesinde kimse kafe alışkanlığından vazgeçmedi. İnsanlar, kahveye değil, Selin’in samimiyetine geliyorlardı.
Bir akşam kafenin ışıklarını kapattıktan sonra masalardan birine oturdu. Çalışanları çoktan gitmişti.Selin elini kahve fincanına koydu, içini çekti.
“Acaba doğru mu yaptım? Bu kadar büyük şehirde küçük bir kafe… İnsanların arasında kaybolup gidecek miyim?”
Sonra kendi kendine gülümsedi.
“Hayır, ben buradayım. Nar Çiçeği yaşayacak.”
O an bilmiyordu ki, çok uzaklarda, İzmir’de kendi yaralarını sarmaya çalışan yalnız bir adam, yakında hayatına girecek ve her şeyi değiştirecekti.
Deniz, aylarca eve kapanmıştı. Şarkılar susmuş, sahneler kapanmış, hayatı gri bir perdeyle örtülmüştü. Ama bir sabah, hiç beklemediği bir telefon geldi.
Arayan, eski dostu ve menajeri Murat’tı.
“Deniz, artık kendine gelmen lazım. Seni zorlamayacağım ama İzmir’de daha fazla kalırsan tamamen içine kapanacaksın. İstanbul’a gel. Yeni bir başlangıç için belki orası daha iyidir.”
Deniz önce karşı çıktı.
“Benim için hiçbir şehir fark etmez, Murat. Acım gittiğim yere geliyor.”
Ama sonra düşündü. İzmir’de her sokak, her köşe ona kardeşini hatırlatıyordu. Belki İstanbul, yaralarını tam olarak iyileştirmese de en azından anılarından biraz uzaklaştırabilirdi.
Birkaç gün sonra küçük bir bavulla İstanbul otobüsüne bindi. Yol boyunca camdan dışarı baktı. Dağlar, köyler, şehirler geçip gidiyordu ama Deniz’in içinde hep aynı cümle vardı:
“Efe yok. Ben varım. Ama ben de artık eski ben değilim.”
Sabaha karşı otobüs İstanbul’a girdiğinde gökyüzü griydi. Şehir uyanıyordu, sokaklar kalabalıklaşıyordu. Deniz, kalabalığın içinde kendini daha da yalnız hissetti.
İstanbul’un gürültüsünden kaçmak için ara sokaklara daldı. Bavulunu çekiştirirken gözleri bir tabelaya takıldı: “Nar Çiçeği Kafe.”
Tabelanın altında rengârenk çiçekler, camların ardında sıcak bir ışık vardı. İçeriden kahkaha sesleri geliyordu. Deniz bir an durdu. Uzun zamandır böyle bir sese kulak vermemişti.
“Bir kahve içsem ne olur ki…” diye mırıldandı ve kapıyı açtı.
Kafenin içi sıcacıktı. Duvarlarda tablolar, raflarda kitaplar vardı. Küçük bir sahne köşesinde piyano duruyordu.
Tezgâhın arkasında, saçlarını toplamış, yüzünde tatlı bir gülümseme ile Selin vardı. Deniz’in içeri girdiğini görünce hemen yaklaştı.
“Hoş geldiniz! İlk kez geliyorsunuz sanırım.” dedi samimiyetle.
Deniz başını salladı. “Evet, sadece biraz oturmak istedim.”
Selin masaya yönlendirdi. “Kahve ister misiniz? Yanında taze kekim var, bugün yaptım.”
Deniz şaşkınlıkla baktı. O kadar zamandır kimse ona böyle içten davranmamıştı. Hafifçe gülümsedi.
“Tamam, olur.”
Kahvesini beklerken Deniz etrafa göz gezdirdi. İnsanlar sohbet ediyor, kitap okuyor, gülüyordu. Sanki burası başka bir dünya gibiydi. Gürültülü şehrin ortasında saklı kalmış bir huzur köşesi.
Selin kahve ve keki masaya getirdi.
“Afiyet olsun. İlk kez gelenlere kek benden.” dedi göz kırparak.
Deniz teşekkür etti. İlk yudumu aldığında, uzun zamandır hissetmediği bir sıcaklık içini kapladı.
Selin, masasına uğramadan edemedi. Deniz’in bakışlarında derin bir hüzün vardı.
“İstanbul’a yeni mi geldiniz?” diye sordu.
Deniz kısa bir sessizlikten sonra başını salladı. “Evet. Aslında buraya ait değilim. Ama… biraz kaçmam gerekiyordu.”
Selin bir şey sormadı. Çünkü onun yüzündeki kırgınlık, söylemediği her şeyi anlatıyordu.
Sadece gülümsedi. “Bazen insanın kaçtığı yer, aslında aradığı yerdir.” dedi ve başka bir masaya yöneldi.
Deniz bu cümleyi aklından atamadı. “Aradığım yer burası mı?” diye düşündü.
Deniz o gün kafeden ayrıldığında saat çoktan akşam olmuştu. Hava kararmış, sokak lambaları yanmıştı. Elinde küçük bir not vardı: Selin, gelen müşterilere kendi elleriyle hazırladığı kartlara minik mesajlar yazıyordu. Deniz’in kartında şu yazıyordu:
“Her yeni gün, yeni bir başlangıçtır.”
Deniz, uzun zamandır ilk defa hafif bir tebessümle yürüdü. İçinde çok küçük, ama belli belirsiz bir umut kıpırdanmıştı.
İmsak | 06:06 | ||
Güneş | 07:37 | ||
Öğle | 12:28 | ||
İkindi | 14:48 | ||
Akşam | 17:09 | ||
Yatsı | 18:35 |